
Günden Kalanlar
“Günden Kalanlar” Kazuo Ishıguro’nun1989’da yayınlanan üçüncü romanı.
Roman İngiltere’de Booker ödülü kazanmış. Ben YKY dan çıkan 2015 yılı baskısını okudum.
Türkçe'ye Şebnem Susam-Saraeva çevirmiş.
Özet
Hikaye 1923 -1956 yılları arasında, Londra yakınlarında bir malikanede geçiyor. I. Dünya Savaşı bitmiştir. Fransa, İngiltere, Amerika bir tarafta Almanya bir taraftadır. Versallie anlaşması ile zaten diz çöktürülmüş Almanya, ölümüne ekonomik-siyasi yaptırımlara maruz bırakılır. Bazı tarihçiler 2. Dünya Savaşının çıkmasının ana nedenlerinden biri olarak; Alman halkının bu şekilde derin bir çaresizliğe mahkum edilmesini, yani kedinin köşeye kıstırılmasını gösterir. Büyük buhran içindeki Almanya’da ekonomiyi yollar-inşaatlar üzerinden canlandıran Hitler kitlelere umut kaynağı oluyor. Savaş sonrası kısa zamanda öyle işler yapıyor ki İngiliz politikacılar Almanya ziyaretlerinde gördüklerinden etkilenip övgüler yağdırıyorlar. Öyle ki II. Dünya Savaşı öncesinde İngiliz aristokrasisinde Alman büyükelçi çok itibarlı bir şahsiyet. Belki de Hitler, Majesteleri de dahil olmak üzere İngiltere’deki bu sempatiden haberdar olduğundan II. Dünya Savaşının son anlarına kadar İngilizler ile anlaşabileceği, kendi tarafına çekebileceği hayali ile yaşıyor. Ve buna çok önem veriyor. Komplekslerden biri daha. Premier Ligte Jose Morinhou’nun Sir Alex Ferguson hadi olmadı Arsen Wenger gibi saygı görmeyi istemesine benziyor. Yani pek mümkün olmayanı istiyor. Bu sanrı Hitler’in sonunu kısmen hazırlamış gözüküyor. Churchill’e tosluyor.
Hikaye anlatıcımız malikane sahibi Lord Hazretlerinin baş uşağı. Almanya’nın I. Dünya Savaşı sonrasında yaşadıklarını, yakın bir Alman dostu üzerinden gözlemleyen ve Alman dostunun intiharı ile sonuçlanan trajedisinden çok etkilenen Lord Hazretleri, Almanya’ya onurlu davranılmasını istiyor. Onurlu galip davranmayanı da insafsız Fransa olarak görüyor. İngilizler her durumda büyük ve onurludur ya! Amerika ise çıkarını kollayan profesyonel bir iş adamı gibi resmedilmiş. Saygın Lordumuz savaş sonrası yani I. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sında adaletli bir yapılanmanın kurulmasını kendine görev bilip uluslararası gayrı resmi gizli görüşmelere ev sahipliği yapıyor. Hem de yıllar boyunca.
Biz, olan biteni onurlu Lord Hazretlerinin vakur başuşağının ağzından dinliyoruz. Buradaki onurlu ve vakur sözcükleri öylemesine seçilmiş sözcükler değil. Hikaye bu iki sıfat üzerindeki tartışmalarla yol alıyor. Efendisinin Avrupa halklarının iyiliğini sağlama hedefine ulaşabilmesi; başbakanlar, bakanlar, büyükelçiler, her düzeyden aristokrat-bürokratlarının ağırlandığı sofraların mükemmel olmasına bağlı. Akşam yemekleri sırasında veya sonrasında Porto-puro salonunda olabilecek bir aksaklık alimallah yol kazasına neden olabilir. Yani Bay başuşak; konukların ağırlandığı ziyafetlerde, gümüş çatalların kusursuz parlatılmış olmasının, Avrupa halklarının acısının dinmesine katkıda bulunduğuna tüm benliği ile inanıyor. Bu bakış açısı bir yere kadar doğru gelebilir size. Nitekim gümüş takımların mükemmelliği ile ilgili konukların geri bildirimleri bu inancı besliyor. Ama nihayetinde ameliyat sırasında cerraha asiste eden ameliyathane hemşiresi de değil sonuçta. Peki büyük başuşak olabilmenin ön koşulu; onurlu soylu efendiye hizmet etmek ise; soylu efendinin aslında yaptıklarının pek de onurlu olmadığını tarih gözünüze gözünüze sokarsa ne olur. Bir insan tüm varlığını, hem etini hem de kemiğini otuz-kırk yıl boyunca efendisine , bir kişiye vermesine neden olan motivasyonun, bir yanılsama olduğunu anladığında ne olur. Nasıl bir boşluğa düşer. Yaşanmış ömür çöp müdür? Belki de tam da bu noktada yazarın Nobel ödülü alma gerekçesinde söylenen o “dipsiz uçurum” var.
“Günden Kalanlar”ın kahramanı başuşak Bay Stevens; yanı başında ona yanıp tutuşan kahyanın farkında olamayacak kadar duygusal zekadan yoksun; kendisi ile şakalaşmak isteyen efendisine saygısızlık yapmamak için nükteli karşılık kalıplarını, duygusal aşk romanlarından kopyalamaya çalışacak kadar mükemmeliyetçi; ölüm döşeğindeki babasına, tarih yazan sahiplere hizmette kusur etmemek için dakikalar ayırmayan ve de bunu başuşaklığın vakarı olarak gören hazır asker, görev adamı.
Vakur uşak Stevens’in efendisi Lord hazretleri, 2. Dünya Savaşı sonrasında Nazilerin gerçek yüzünün görülmesi ile trajik bir düşüş yaşıyor. Ülkesinde günah keçisi ilan ediliyor. Kendileri de bir zamanlar Alman büyükelçisini baş konuk olarak ağırlayan aristokratlar tarafından hem de.
Lord Hazretlerinin ölümü sonrası malikane , çalışanları ile birlikte varlıklı bir Amerikalıya satılıyor. Amerikalının amacı, arkadaş çevresine soylu İngiliz aristokrasisi kokan malikane ve bu gelenek içinde biçimlenmiş hizmetliler ile hava atmak. Amerikalı beyimizin bu amacına eriştiği pek söylenemez. Çünkü başuşağımız Bay Stevens’in geçmişi ile ilgili kafası karışık ve Lord Hazretleri ile ilişkisini konuklardan saklama eğiliminde. Hikaye boyunca bunun nedenlerini bize açıklamaya çalışıyor. Tam ikna olmuş sayılmayız.
Bay uşak, her iş manyağında olduğu gibi malikaneyi onsuz bırakıp tatile gitmemiş. Hele bunu 4 veya 5 gün gibi bir sürede hiç yapmamış. Belki de kendisi olmadığında da işlerin pekala yürüyebileceği ve bu durumu efendisinin fark etme olasılığı içini kemirmiştir. Kim bilir. Her neyse, roman, Bay uşağın İngiltere güneybatısına altı günlük yolcuğunun günlüğü havasında. Güneybatı sahiline olan yolculuk Bay uşağın geçmişini ilk defa irdelemesine yol açıyor. Aynada gördüklerini, tüm o yanılsamalarını, kabul edilebilir bir temele oturtmaya çalışıyor. Ama bunu yapmaya çalışırken yolda iletişim kurmak zorunda kaldığı sıradan halk kafasını daha da karıştırıyor, zor anlar yaşatıyor. Steril kendi dünyasının dışında hiç anlayamadığı bir dünya vardır. İnsanların birbirleri ile teklifsiz sohbetlerini, şakalaşmalarını uzaydan gelmiş bir yaratık gibi seyrediyor. Burada bir parantez açarak Sayaka Murata nın 2016 yılında yayımlanan “Kasiyer” kitabındaki Furukura hanıma göz atabiliriz. Furukura hanım çocuk somut düşünce sisteminden soyut düşünme aşamasına hiç geçemeyen, sadece işinde insan/robot rolüne bürünmeyi başarabilen topluma uyumsuz bir canlı. Onun kendi içinde yaşadığı sıkıntı Bay başuşaktan kat be kat fazla. Bay başuşak yıllarca kendinden en ufak kuşku duymadan yaşıyor. Burada parantezi kapatıp esas konumuza dönelim.
Aslında Lord Hazretleri ironik olarak gelecek tehlikeyi önceden sezmiş gibi. Almanya’nın Versailla anlaşması ile bu kadar derin yoksulluğa-çaresizliğe itilmesinin yanlış olduğunu savunuyor. Ancak sonrasında II. Dünya Savaşı sırasında da Nazilere desteğini devam ettirerek ofsayta düşüyor. Nihayetinde kırmız kart görerek oyundan atılıyor. Bay başuşak ise hikayenin ana eksenine oturtulmuş onurlu bir efendiye hizmet etmek, büyük başuşak olabilmenin ön koşuludur ilkesinin; ortada pek de onurlu bir hedef olmadığının resmi olarak da onaylanması ile düştüğü boşluğu doldurmakta zorlanıyor. Hikayenin sonunda, yaşamını yeniden anlamlı kılabilmek için tek ve en iyi bildiği “uşaklığı” yapmaya yine dört elle sarılıyor.
Son yorumlar
Kitabı bitirdikten çok sonraları bile kafamı meşgul eden bir noktayı sizinle paylaşmak istiyorum. Bu hikayede ve yazarın bir diğer “Öksüzlüğümüz” adlı romanında kahramanlarımız erkek ve karşı cinsle ilişki kurmada ciddi sorunları var gibi. Tek eşeyli üremeye uygun vejetatif çoğalabilecek canlılar sanki. Yazar bunu özellikle mi kurgulamış, tesadüfen mi olmuş? İster istemez yazarın hemcinslerim hakkındaki düşüncelerini öğrenmek, araştırmak arzusundayım. İşte bu kitap da böyle. Kitaplarınız kadar hayalleriniz olsun.